A ltın ve gümüş sikkelerin birlikte kullanıldığı zamanlarda insanlar altın olanı saklamış, gümüş olanı harcamış. Neden? Çünkü insanların değerli olanı elde tutması, değersiz olanı ise elden çıkarması oldukça rasyonel bir davranış. İşte rasyonel olan bu davranışı, 16.yy’da İ ngiltere'de Kraliçe I. Elizabeth'in mali danışmanı olan Sir Thomas Gresham, “kötü para, iyi parayı kovar” ifadesiyle ekonomik bir yasaya dönüştürmüştür. Gresham yasası, yazılı (nominal) değerleri a ynı fakat külçe değerleri farklı iki paradan, külçe değeri yüksek olan paranın piyasadan (dolaşımdan) çekilmesidir. Nominal değer ve külçe değeri ne demektir? Örneğin bir madeni paranın üzerinde “5 TL” yazıyorsa bu onun nominal değeridir. Külçe değeri ise paranın yapıldığı metalin (altın, gümüş, bakır, nikel vs.) piyasa değeridir. Yani parayı eritip sadece metal olarak sattığınızda elde edeceğiniz değerdir. Örneğin elinizde iki adet 5 TL’lik madeni para var. Biri gümüşten, diğeri nikelden yapılmış olsun. İki...
Kasım ayının son haftasının hafta
sonunda, üniversitenin merkezi ara sınavlarına gitmek için metroyu, kendime araç
edindim. Sınavda, yanlış cevaplarımın doğru cevaplarımı eksiltmesi yarım saatimi
alırken sınava gitmek ve eve gelmek için tam 3 saat zaman harcamıştım. Şaşkınım
hâlâ. Bunca zamanı har vurup hora harcamamak için -zamanımı değerlendiren olmak
adına- davranış gözlemciliği yaptım az biraz. Gözlemlerime dayalı düşünsel serzenişlerimi
yazmaya başlıyorum ohal’de.
Sınavlara geliş gidişlerim sayesinde öğrendiğim
ilk şey, telefon emanetçileri diye bir iş kolunun olduğudur. Telefonundan yarım
saat dahi ayrı kalamayanlar için düşünülmüş bir hizmet kolu var artık:
emanetçilik. Sen telefonundan ayrı yaşamıyorsun diye sana bağımlı diyorlar,
sonra da sen bunu kabul etmiyorsun. Bak, bağımlısın işte. Telefonunu 2-3 saat evinde
bırak git sınavına ama gi-de-mi-yor-sun. Niye?
Ülkemizdeki telefon bağımlılığının derecesini anlamak istiyorsanız, sizleri -haydi
bilimciler- sınav günlerinde okul önlerindeki emanetçi tezgâhlarını bir 5
dakika gözlem yapmaya davet ediyorum.
Sınavın başlama saatinden en az
15-20 dakika önce, sınav yerinde olmak isteyenlerden kaynaklı olsa gerek, metro
trenlerinin ineni de bineni de çoktu. İnsanın çoku olur mu? Kaba ben. Düzeltiyorum kendimi. Metro istasyonu
kalabalıktı, diyorum. Daha merdivenlerin başında, istasyona yaklaşan trenin sesini duyanlar
için merdivenlerde başlayan koşturmaca çok değil kalabalıkla karşı karşıya gelindiği anda
minik bir vay be’ye dönüşüyordu. Tren, istasyonda durduğunda aynı anda inenlerin inme ve aynı anda binenlerin de binme çabası başlamaz
mı? Anlaşılır gibi değil. İnenlerin ve binenlerin aynı anda 1 metre
genişliğindeki tren kapısından geçme çabası resmen eğitimsizlik, akılsızlık
göstergesi değildir de nedir? Fizik bilmeyen insanlarımızın işleri daha çok
zora sokma çabasının adıydı bu: aynı anda hem inmek hem binmek. Garip olan şu ki
inenlere öncelik tanımayanlarımızın, özellikle kendilerinin trenden inme sırası
geldiğinde, aynı anda trene binmeye çalışanları cık cıklaması tam bir paradoks. İnmek isteyenler daha inemeden binenlerin tren kapısına en yakın
noktada çivi gibi çakılı kalmaları, daha sonradan binecekler için binememe
nedeni olduğundan, üstelik birisinin “lütfen biraz ilerleyelim” narasına kayıtsız
kalınması, problemin çözüm kümesi, değildir de nedir? Öküzlük
değil bu. Keza öküzü dürttüğünüzde öküz hareket eden bir canlıdır. Git, ilerle,
kapının ağzında bekleme arkadaşım. Sen kendini içeri attın, trene bindin iyi
hoş da, senin kapı önünde beklemen okulda öğrendiklerinin yaşamda pratik edemediğinin bal gibi göstergesidir. Lütfen sınavlarda aldığınız puanları, az biraz yaşamda
pratik etmeye çaba gösterin. Sonra da OECD’nin yetişkin anketinde, ülkemizdeki yetişkinlerin
problem çözme becerisinin son sıralarda olması durumunu, günlerce TV’lerde
tartışan profesörler açıklayamıyorlar. Tartıştırma kendini arkadaşım, az biraz
pratik et. Düşün. Akıl, sende de var, bende de var. Akıl, sana da yeter; bana da
yeter. Yol vermezsen bir tarafa geçemezsin, bu kadar! İlerlemek mi istiyoruz, yol
vermeyi bileceğiz. Önce ben, ben, ille de ben demek inan seni de, beni de fazla
ileriye taşımıyor, anlamalıyız artık.
Sonradan binecekleri düşünmenin
pratiğini yapmadığımız için yer varsa hemen kapının yakınındaki koltuğa, yer
yoksa kapının yakınında dikilmeye başlıyoruz. İnenlere öncelik vermeyen vatandaş,
bulduğu ilk koltuğa oturur. Sağlı sollu metro tren kapılarının hemen yanları
beyaz koltuklardır. Beyaz koltuklar hasta, gazi, yaşlı ve bebekli bayanlar için
önceliklidir. Koltukların üzerinden öyle yazıyor. Benim bu yazıdan anladığım
iki durum vardır. Bu yazıdan ilkin “bebekli insanlar yalnızca bayandır” sonucunu
çıkartıyorum. Öyle üst düzey düşünme, akıl yürütme becerisine gerek yok, düz
mantık. Beyaz koltuklar bebekli bayanlara ayrılmıştır yazısı, gayet açık, net
ve anlaşılır bir ifadedir. Yani bebekli erkeklerin beyaz koltuklara oturma önceliği
yoktur. 6 aylık bebeği ile trene binen babaya yer yok demektir. Niye çünkü beyaz
koltuklar bebekli bayanlar içinmiş, öyle yazmıyor mu? Yazıyor. İkinci anladığım
durum ise beyaz koltuklara otur ama emanet bilinciyle otur demektir. Emanet, sadece telefonunun emanet edilmesi değildir. Emanet, bir canın bir cana emanetidir aynı zamanda. Biraz soyut düşünmek gerek, kendini yaşamdan soyutlamayla olmaz ki bu işler. Bu
anlayışımı itiraf ediyorum, akıl yürütme becerime borçluyum. Trene binecek olan
hasta, yaşlı, gazi, hamile veya “bebekli insanlar” için bu beyaz koltuklar sana
emanet edilmiş demektir. Otur ama kalkmasını da bil demektir. Rengi niye
beyazdır koltuğun? Niye? Beyaz ol, samimi ol, vicdanlı ol mesajıdır. Az biraz
muhakeme yap demektir. Ama bu kavrayış var mı? Çoğu insanda yok. Bu hafta sonu
en azından ben göremedim. Belki önümüzdeki hafta sonlarında fikrim
değişecektir. Göreceğim, gözlemleyeceğim.
İnenlere öncelik vermedin, boş
bulduğun beyaz koltuğa bir güzel oturdun, kulaklığını taktın. Bir sonraki
istasyonda binen yaşlı kişiyi, göz göre göre görmemezlikten geldikten sonra son
istasyona bak hep beraber vardık. Tam senden kurtuldum derken yok daha kurtulamamışım.
Metro istasyonundaki asansör önünde beklerken gördüm seni. Yahu asansör önünde
yazıyor, o asansör ihtiyaç sahipleri için. Yaşlı değilsin, yürüme engelli
değilsin, bebek arabasında bebeğin yok. Ne diye bekliyorsun asansör önünde? Yürümek
istemiyorsan yürüyen merdivenle çık git istasyondan, değil mi? Asansör senin
neyine? O asansörü kullanacak engelli, hasta, yaşlı tek bir kişi dahi yoksa
senin yine de kullanmaman gerekir. Her şeyi de öğretmeninden bekleme. Niyesini
düşün biraz lütfen. Sen bunları düşünmeden hareket ediyorsun diye adımız çıktı,
sıralamalarımız hep gerilerde. İzah ediyorum. Asansör, elektrikle çalışan bir
araçtır. Dahası senin gibi yürümesi gereken insanlar asansör kullandığı için
asansörlerin yıpranması daha çabuk hale geliyor. Ayda bir kez asansör bakımı
yapılacakken ihtiyacı olmayanların konfor düşkünlüğü yüzünden belki ayda üç kez
asansörlerin bakımı yapılır hale gelmektedir. Senin konfor düşkünlüğün o
asansör için gereksiz yere elektrik tüketimi ve fazladan asansör bakım maliyeti
demektir. Bu elektrik tüketimi, bu maliyetler, bu ülkenin cebinden çıkandır. Söylesene fırsat
eşitliği senin için ne anlama gelmektedir? Sen sadece, sabahın 7'sinde uyanıp da havanın aydınlanmadığını gördüğün zamanlarda mı elektrik tüketilir sanıyorsun? Enerjiyi üretmiyorsun madem daha
fazla tüketme. Kamunun vatandaşa hizmetleri, hepimizin vergisidir. Sen benim
verdiğim vergiyi niye yanlış kullanıyorsun arkadaşım. Yürü git, asansöre binme
lütfen. Sen bunları düşünmeden hareket ettikçe ekonomi profesörleri cari açık,
üretim, tüketim, enflasyon diyorlar. Az biraz dinle lütfen. Sen davranışını
değiştirmezsen, ben davranışımı değiştirmezsem istatistiklere konu olan
sıralamamız değişmez arkadaşım. Ne cebindeki para miktarı ne kalbindeki
duygular, sen kendini eğitip değişmezsen hiçbir şey de-ğiş-me-ye-cek. Değişelim
ohal’de.