A ltın ve gümüş sikkelerin birlikte kullanıldığı zamanlarda insanlar altın olanı saklamış, gümüş olanı harcamış. Neden? Çünkü insanların değerli olanı elde tutması, değersiz olanı ise elden çıkarması oldukça rasyonel bir davranış. İşte rasyonel olan bu davranışı, 16.yy’da İ ngiltere'de Kraliçe I. Elizabeth'in mali danışmanı olan Sir Thomas Gresham, “kötü para, iyi parayı kovar” ifadesiyle ekonomik bir yasaya dönüştürmüştür. Gresham yasası, yazılı (nominal) değerleri a ynı fakat külçe değerleri farklı iki paradan, külçe değeri yüksek olan paranın piyasadan (dolaşımdan) çekilmesidir. Nominal değer ve külçe değeri ne demektir? Örneğin bir madeni paranın üzerinde “5 TL” yazıyorsa bu onun nominal değeridir. Külçe değeri ise paranın yapıldığı metalin (altın, gümüş, bakır, nikel vs.) piyasa değeridir. Yani parayı eritip sadece metal olarak sattığınızda elde edeceğiniz değerdir. Örneğin elinizde iki adet 5 TL’lik madeni para var. Biri gümüşten, diğeri nikelden yapılmış olsun. İki...
Bu yazının amacı bir
bilginin reddi veya kesin bir bilginin kabulü değildir. Bu yazının amacı
okuyucuyu, bilgi parçacıklarıyla karşı karşıya bırakmaktır. Son cümleyi
okuduğunuzda bir cevap bulmanız değil pek çok soruyu kendinize sorabilmeniz
beklenmektedir. Başlıyoruz.
Toplumlar
için Din Olgusu
Bir toplumu anlamak demek,
o toplumdaki insanların inanış ve yaşayış biçimlerine bakmak demektir. Öyle ki,
insanlar arasında gözlenen ortak davranış örüntüleri, psikolojik ve sosyolojik açılardan
pek çok ipucu vermektedir. Grupların ya da toplumların davranış hareketlerini siyaset,
ekonomi/ticaret, din, kültür, eğitim, aile, sağlık/hastalık, göç, medya,
kentleşme… vb. konular bağlamında metodolojik olarak açıklama çabası, daha çok sosyoloji
biliminin çalışma alanıdır. Toplumsal hareketliliğin nedenlerini veya
toplumsallığın işlevlerini açıklamaya çalışan sosyoloji, aynı zamanda alt konu
alanlarında uzmanlaşmış disiplinler arası bir bilim dalıdır. Çünkü toplumsal hareketlilik veya insanların
yaşayış-düşünce sistemlerindeki dinamizmin tek bir olguya dayalı olarak
açıklanamadığı; tek tek olgulara indirgenerek açıklanabileceği fark edilmiştir.
İşte bu sebeple sosyolojinin konuları, din sosyolojisi, ekonomi sosyolojisi,
kent sosyolojisi, hukuk sosyolojisi, eğitim sosyolojisi gibi alt dallarda bilgi
üretmeye devam etmektedir. Şimdi düşünelim. Bir toplumun hareketliliği,
toplumsallığı hangi olgulara bağlıdır veya hangi olgulardan etkilenmektedir? Mikro
düzeyde -gözlenen o ki- toplum içindeki bir bireyin tutum ve davranışlarına yön
veren unsurlardan biri onun dini, dini inanışlarıdır. Makro düzeyde ise toplumu
yönlendiren, toplumsal kurumları sistematize eden olgulardan biri, yine dindir.
İnsanlık tarihi bize göstermektedir
ki savaşların sebep sonuçlarında, uluslararası örgütlenmelerde, ticari/ekonomik
ilişkilerde, reform hareketlerinde, müzik
ve sanattaki ifade biçimlerinde, yönetim biçimlerinde, beslenme
alışkanlıklarında, çatışmalarda veya uzlaşmalarda önemli ve etkili bir etkenin “din
olgusu” olduğudur. Din bir ihtiyaç mıdır, bir şeyin sebebi midir, bir durumun sonucu
mudur? Bu ve benzeri sorulara verilecek cevaplar, tarih boyu insanları meşgul
etmiştir. [Tam burada, din olgusunun metodolojik değerlendirmesi bu yazının
kapsamı dışında tutulduğunu not düşmek isterim.] Din sosyolojisinde, sosyolojik
bir kurum olarak ele alınan dinin, toplumdaki rolü, işlevi ve etkileri tartışılmaktadır.
Sosyolojik açıdan toplumu değiştiren ve onu etkileyen olgulardan bir tanesi din
olgusu olduğuna göre dinin toplumsal işlevine ilişkin sosyologların görüşlerine
kısaca değinmeden devam etmek olmaz. Değinelim.
Tarihsel materyalizmin veya
çatışma teorilerinin geliştiricileri olan Marx ve Engel’e göre din olgusu, bir
üstyapı olarak ele alınmıştır. Onların görüşlerine göre din, kapitalist sisteme
hizmet eder ve egemenlerin çıkarlarını desteklemektedir. Din olgusu, çıkar
gruplarının (egemenlerin) özellikle zenginliklerinin devamı için bir tür üretim
ilişkisi bağlamında değerlendirilmektedir. K. Marx, dinin insanları tedavi ve
rehabilete edici bir işlevinin olduğunu ifade ederek kısaca dinin bir afyon olduğunu
da ifade etmiştir. Ancak zamanında onun, dinin bir tür afyon olduğu söylemi,
bir parça yanlış anlaşıldığı da doğrudur.
Klasik sosyolojinin bilinen
ismi Weber, dinlerin kapitalist ekonomik düzene katkısını konu edinmiş ve dinin
özellikle Protestan ahlakının kapitalizme hizmet ettiği görüşünü savunmuştur. Yapısal
işlevselci yaklaşımıyla Weber, din olgusu ile ekonomi arasındaki ilişki biçimini
ve toplumsal tabakalardaki eşitsizliğin nedenlerini din olgusu üzerinden
açıklamıştır.
İşlevselci yaklaşımıyla Durkheim’e
göre din, ilkel insanlardan bugüne toplumsal bir işlevi karşılamak üzere
insanlar tarafından uydurulmuştur. Kutsal şeylere ilişkin inanç ve davranışları
temele alarak din olgusunu toplumsallık ekseninde açıklayan Durkheim, dinin, insanlar
arasındaki dayanışmayı sağlaması bakımından (ki bunu da toplumsal yapıştırıcı
söylemiyle ifade etmiştir) birleştirici rolüne dikkat çekmiştir. Özellikle dinsel ritüellerin bireyin içinde
bulunduğu grupla olan bağını güçlendirdiğini ifade etmiştir.
Sosyoloji biliminin
kurucusu ve pozitivist (bilimsel olanla eş tutulmuştur) yaklaşımıyla A. Comte,
din olgusunun deprem, şimşek, sel gibi doğa olaylarını kontrol edemeyen
(teolojik aşama) ve açıklayamayan insanların Tanrı düşüncesiyle (metafizik
aşama) insanın güvende olma ihtiyacını karşılaşmak üzere dinin insanlar tarafından
uydurulduğunu ifade etmiştir. Uydurulan dinin toplumsal olarak olumlu işlevini
yadırgamayan Comte, son aşamanın pozitivist aşama olduğunu ifade ederek
toplumsal değişmeyi evrimci bir bakış açısıyla aşamalandırmıştır.
Parçaları birleştirirsek,
Durkheim, Comte, Weber ve Marx başta olmak üzere bu sosyologların bakış
açılarına göre din olgusunun bir tür toplumsal
ilişki biçimini yansıttığı aşikârdır. Diğer taraftan din olgusunun
toplumsal yapıların dikey ve yatay hareketliliklerindeki etkisi küçümsenemeyecek
kadar önemlidir.
Olgu
tek yorumları çok…
Din olgusunun çok tanrılı
dinlerden tek tanrılı dinlere; tek tanrılı dinlerden vahye dayalı dinlere doğru
bir süreci takip ettiği bilinmektedir. Özellikle vahye dayalı tek tanrılı
dinlerde, tek ve mutlak bir yaratıcının varlığının kabulü (ki o da Tanrı olarak
adlandırılır) ve Tanrı’nın kudretine ilişkin inanç ve bağlılık söz konusudur. İlaveten vahye dayalı tek tanrılı dinlerde (ki
vahye dayanmayan Hinduizm, Budizm, Taoizm, Kanfüçyanizm
gibi dinler de mevcuttur) Tanrı
kelamının, Peygamberlerin lisanında (anadilinde) tüm insanlığa tebliğ edildiği
kabulü vardır. Bu kabulün mevcudiyeti Tanrı kelamının aktarımında dilsel
bağlamda bir takım pürüzleri ortaya çıkarmıştır. Şöyle ki: örneğin İslam
dininde Müslümanların kutsal kitabı olan Kur’an’ın, Arapçadan Türkçeye çevirisi
“meal” olarak nitelendirilmektedir. Meal sözcüğünün sözlük anlamı ise “anlam,
mânâ” demektir. Kutsal kitabın meali insanlara yeterince açık gelmemiş olmasından olsa gerek (ki bu
kişisel bir tahmindir) Kur’ân mealinin, aynı lisanda çokça sayıda yorumlamaları
(tefsirleri) yapılmıştır. Oysa kutsal kitap olan Kur’ân’ın
ayetlerinde “açık açık ayrıntılı yazdık, düşünmez misiniz” ifadeleri oldukça
dikkate değerdir. Hal böyle iken ayetlerin anlamları
üzerine yapılan sayfalarca yorumlamaların
olması düşündürücüdür? Kutsal metinlerin yorumlamaları arasındaki
farklılaşmalar, ideolojilere, mezheplere dayalı gruplaşmaların yani cemaatlerin,
hatta Tönnies ve Rheingold’un
kavramsallaştırdığı sanal cemaatlerin
-bir başka deyişle toplumsal yapıların- ortaya çıkış sebebi olmuştur. Bu
toplumsal yapıların veya ideolojilere dayalı grupların bir kaynaşma mı yoksa çatışma
içinde mi olup olmadığının tartışmasını okuyucuya bırakıyorum. Ancak, bir yerde
bir çelişki doğmaktadır. O da şu: Kutsal metinlerde Tanrı’nın anlayasınız, düşünesiniz diye açık seçik
beyan etiğini ifade eden tebliğlerine rağmen tefsircilerin yaptığı iş, “Tanrı’nın
tebliğleri yeterince açık değildir onun için ben sizin yerinize düşündüm ve açıklıyorum”
iddiası değil midir? Düşünmekte fayda var. Yorumlar arasındaki tutarsızlıklar,
aynı dinin mensuplarının davranışlarını da farklılaştırmaktadır. Davranışlara
karşılık gösterilen ödül ve cezalar için dini metinler kaynak gösterilmesine
rağmen farklı toplumsal yapılarda, aynı davranışlara farklı ödül ve cezaların
atfedildiği gözlenmektedir. O halde ilk sorumuz: ödülün cennet, cezanın
cehennem olduğu bilindiğine göre dini metinlerdeki ödül ve cezaların muhatabı
kimdir? İnsan değil midir? Evet, İNSAN’dır.
Ödül ve ceza:
Dinde de var Psikolojide de!
Devam eden satırlarda geçen din
sözcüğünden vahye dayalı tek tanrılı dinler kastedildiğinin bilinciyle Tanrı tebliğlerini
-Peygamberler aracılığıyla da olsa- insanlara neden bildirmiştir? Tanrı,
yarattığı ve cennetinden çıkardığı kullarının zaaflarını, yetersizliklerini,
huylarını çok iyi bilmiyor olabilir mi? İslam dininin mensuplarına göre Tanrı
ezeli ve ebedi olanı bilmektedir. Haliyle Tanrı insanın özünü de bilmektedir. Bakınız
dini metinlere. İnsana ait özelliklerin ve davranışların olduğunu hemen fark
edeceksiniz. Gerçekte insanın hırsızlık, yalancılık, gıybet, zanda bulunma,
israf etme, cimrilik, hilekârlık, gösteriş yapma, zorbalık gibi davranışlarının
yanı sıra fedakârlık, çalışkanlık, iyilikte bulunma, paylaşma, barışçıl
davranma, güvenilir olma, dürüstlük, yardımlaşma gibi davranışlarının da olduğunu
biliriz, gözleriz, deneyimleriz. O halde soru sorma cüretinde bulunalım ve
tekrar soralım: Tanrı insanlara davranışlarıyla ilgili tebliğlerinde neden ödül
ve cezayı aracı kılmıştır? Bir dinin metinlerinde -doğrudan veya dolaylı
anlatımlarla- insanın doğasına ait zaaflarından
vazgeçmesi için ya da güzel davranışlarının devamlılığı için ödül ve cezaların
bulunması dikkat çekicidir.
Şimdi bir parantez açalım. Psikoloji;
insanın duygu, düşünce, tutum ve davranışlarını açıklamaya çalışan bir bilim
dalıdır. Bu açıdan hem din hem de psikoloji insanın duygularını, düşüncelerini
ve davranışlarını konu edinmektedir. Dahası hem dinde hem psikolojide ödül ve cezalar bahse konu olmaktadır. Öğrenme
psikolojisinin davranışçı kuramlarında; gelişim psikolojisinin ahlak gelişimi
kuramlarında; endüstri psikolojisinin isteklendirme (motivasyon) kuramlarında ödül ve cezanın kavramsal olarak bir
tanımı yapılmakta ve işlevi açıklanmaktadır. Psikolojide bireyin bilişsel,
duyuşsal ve psikomotor davranışlarını yönlendirmede ödül ve cezaların
kullanıldığı bilinmektedir. Parantezi kapattık.
Kimi felsefeciler ya da sosyologlar
dinin insan için psikolojik bir unsur olduğunu ifade etmişlerdir. Doğrudur. Din,
psikolojiktir. Çünkü dini eylemlerin muhatabı insandır ve insan psikolojik bir
canlıdır. Davranışlarının yönlendirilmesinde ödül ve cezanın bir yeri vardır. Dini
metinler de insanın davranışlarını yönlendirmektedir ancak bu yönlendirmelerin
ödül ve cezalar vaadiyle olduğu açıktır. Psikoloji bilimi davranış ortaya
çıkmadan önce ya da davranıştan hemen sonra bireyin ödül ve cezalara maruz kaldığını ifade ederken dinde bu
ödül ve cezalar sadece vaat
edilmiştir. Bu açıdan psikoloji ile din olgusu arasında bir fark vardır ama hem
psikolojide hem de dinde ödül ve ceza unsurları yoktur diyemiyoruz. Dinin de
psikolojinin de konusu insanın davranışlarıdır.
İster Tanrı’dan dini kaynaklı olsun,
ister beşerden bilimsel olsun. Ödül ve cezalar, insanların davranışlarını
yönlendirmektedir. İnanan ya da inanmayan, düşünen ya da düşünmeyen insanlar
için dine dayalı içsel veya hukuka dayalı dışsal bir cezanın söz konusu olması en
az ödül kadar insanın ontolojik varlığına
muktedirdir. Kiminin ödülü (cenneti) öğrenme tutkusu; kiminin ödülü kutsal
metinlerde vaat edilen cennet olsa da özne hep İNSANdır. İnsanın insanla
açıklanma çabası, kayda değerdir.
Not: Bu yazı Bilim ve Ütopya Dergisinin Aralık 2017 sayısında yayımlanmıştır.